En büyüğümüz kim? - Baskı Önizleme +- Geleneksel Tıraş Forumları (http://www.geltir.com) +-- Forum: BEYİN FIRTINASI (http://www.geltir.com/forumdisplay.php?fid=35) +--- Forum: Tıraş Dışı (http://www.geltir.com/forumdisplay.php?fid=37) +--- Konu Başlığı: En büyüğümüz kim? (/showthread.php?tid=1275) |
En büyüğümüz kim? - martin - 31/08/2012 öhm öhm Martin Amcanız konuşuyor misafirim vardı foruma anca giriyorum yaa gerçekten de amcanızmışım çünkü 23 Ocak 1967 doğumluyum yani neredeyse 1966. Aranıda 45'i devirmiş forumun en yaşlı üyesi vayyyy beee. Mancho'yu ellilerinde sanıyordum nedense ama bak benden ufak çıktın Mancho Babamın siyak tahta bir traş kutusu vardı. İçinde ayna tıraş tası yerli bir DE makine ve yeşil bir sabunluk. Bu yeşil sabunluk arkoya göre yapılmıştı ve babam bu silindirik sabunluğa arkosunu koyardı. Yere bir gazete yayarak aynaya bakıp özenle sinek kaydı olurdu ben de izlerdim ve ilk DE derslerimi alırdım. Sonra o elektrikliye gecti ben de DE yi unuttum. Kendime Martin Amca dememin nedeni çok severek okuduğum Martin Mystere çzigi romanın kahramanı Prof.Dr. Martin Mystere'in lakabının İhtiyar Martin Amca olmasıydı. Ben Teksas Tommiks ve Zagor okuyan bir kuşaktan geliyorum. Kaptan Kirk ve Mr. Spack'ın Atılgan gemisinde kendinden açılan kapıları ve görüntülü cep telefonlarını bilim kurgu olarak izliyorduk, hayaldi gercek oldu. Benim çocukluğumda renkli TV, cep telefonu, internet, bilgisayar yoktu, sokaklarda abiler birbirlerini öldürürdü ama benim çocukluğumda parayla su satılmazdı sokakta oynarken susarsak en yakındaki evden ya da dükkandan bir bardak su isterdik herkes çocuklara su verirdi hatta acıkırsak sana yağlı ekmek bile isterdik hiç tanımadığımız evlerdeki teyzelerden. Benim çocukluğumda okul servisleri yoktu el ele tutuşarak okula giderdik ve benim çocuklığumda bizden bir yaş büyüklere abi ya da abla derdik. Martin Amcanız En büyüğümüz kim? - zorba58 - 31/08/2012 (31/08/2012, Saat: 00:41)martin Adlı Kullanıcıdan Alıntı: öhm öhm Martin Amcanız konuşuyor Martin amca açma şu geçmişi n'olursun hüzünleniyorum. Yaşadığımız çağı hiç sevmiyorum, çocukluğum-mahallem-anılarım gözümün önünden gitmiyor... En büyüğümüz kim? - canbaz - 31/08/2012 dikine yerleşim herşeyi bitirdi En büyüğümüz kim? - martin - 31/08/2012 Sevgili Zorba belki forumun en büyüğü olabilirim ama inan ben geçmişi hiç özlemiyorum. Elbette çocukluk yıllarımız hepimizi için masumiyet çağına bir özlemi ifade eder. Dünyaya kapalı fakir bir ülkenin fakir evlatlarıydık. Cep telefonundan önce buluşma noktaları vardı. Ankara'da YKM ve Postanenin ya da Vakko'nun önüydü. Arkadaşınızla belli bir saatte anlaşıp randevulaşırdınız. Ve gelmezse bi yarım saat daha bekler ve telefon kuyruğuna girerek evine telefon ederdiniz acaba çıktı mı ya da niye gelemedi diye. Şehir merkezindeki bir avuç ankesörlü telefonun önünde metrelerce kuyruk olurdu. Belediye otobüslerinde balık istifi gibi giderdik. Babamın Hacı Murat'ı 100 km yapınca araba zangır zangır titrerdi. Üniveriste yıllarımda devletin verdiği kredi ile sırtımıza iki gömleği zor alırdık. Yok yaa nesini özleyecem bunların. Ben 20 lerindeyken daha muıtlu değildim. Gelecek kaygısı ve stresi daha yoğundu. Ufak bir memur maaşım vardı. Çok güzel bir gençlik dönemim oldu. 30 lu yaşlarım da yaşadığım bir kaç önemli soruna rağmen fena değildi. Ama 40ından sonra hayat daha güzel olmaya başladı. 60ıma gelinceye kadar da kendime yaşlı demeyeceğim. sevgiler Martin Amca En büyüğümüz kim? - zorba58 - 31/08/2012 (31/08/2012, Saat: 01:02)martin Adlı Kullanıcıdan Alıntı: Sevgili Zorba belki forumun en büyüğü olabilirim ama inan ben geçmişi hiç özlemiyorum. Elbette çocukluk yıllarımız hepimizi için masumiyet çağına bir özlemi ifade eder. Dünyaya kapalı fakir bir ülkenin fakir evlatlarıydık. Cep telefonundan önce buluşma noktaları vardı. Ankara'da YKM ve Postanenin ya da Vakko'nun önüydü. Arkadaşınızla belli bir saatte anlaşıp randevulaşırdınız. Ve gelmezse bi yarım saat daha bekler ve telefon kuyruğuna girerek evine telefon ederdiniz acaba çıktı mı ya da niye gelemedi diye. Şehir merkezindeki bir avuç ankesörlü telefonun önünde metrelerce kuyruk olurdu. Belediye otobüslerinde balık istifi gibi giderdik. Babamın Hacı Murat'ı 100 km yapınca araba zangır zangır titrerdi. Üniveriste yıllarımda devletin verdiği kredi ile sırtımıza iki gömleği zor alırdık. Yok yaa nesini özleyecem bunların. Ben 20 lerindeyken daha muıtlu değildim. Gelecek kaygısı ve stresi daha yoğundu. Ufak bir memur maaşım vardı. Çok güzel bir gençlik dönemim oldu. 30 lu yaşlarım da yaşadığım bir kaç önemi soruna rağmen fena değildi. Ama 40ından sonra hayat daha güzel olmaya başladı. 60ıma gelinceye kadar da kendime yaşlı demeyeceğim. Benim bahsettiğim yaşam kolaylığı değil aslında Martin amca, tabi ki o yıllarda ben de gecekonduda oturur toprakta misket oynar ve babam yeni ayakkabı alacak mı diye her ay beklerdim. Şu anda yaşadığımız hayat çok daha eksiksiz, kolay bunu kesinlikle kabul ediyorum ama aynı şey değil Martin amca aynı şey değil. Bunu burada klavye başında anlatmam çok zor ama o zamanları düşününce aklıma gelen iki şey var hüzün ve mutluluk. Süper babanın rastgele bir bölümünü izleyin youtubedan demek istediğimi anlayacaksınız. En büyüğümüz kim? - martin - 31/08/2012 evet zorba belki bugünkü kolaylıkların hiçbir yoktu ama insanlık vardı değil mi? ben de bunu yazdım zaten (31/08/2012, Saat: 01:11)zorba58 Adlı Kullanıcıdan Alıntı:(31/08/2012, Saat: 01:02)martin Adlı Kullanıcıdan Alıntı: Sevgili Zorba belki forumun en büyüğü olabilirim ama inan ben geçmişi hiç özlemiyorum. Elbette çocukluk yıllarımız hepimizi için masumiyet çağına bir özlemi ifade eder. Dünyaya kapalı fakir bir ülkenin fakir evlatlarıydık. Cep telefonundan önce buluşma noktaları vardı. Ankara'da YKM ve Postanenin ya da Vakko'nun önüydü. Arkadaşınızla belli bir saatte anlaşıp randevulaşırdınız. Ve gelmezse bi yarım saat daha bekler ve telefon kuyruğuna girerek evine telefon ederdiniz acaba çıktı mı ya da niye gelemedi diye. Şehir merkezindeki bir avuç ankesörlü telefonun önünde metrelerce kuyruk olurdu. Belediye otobüslerinde balık istifi gibi giderdik. Babamın Hacı Murat'ı 100 km yapınca araba zangır zangır titrerdi. Üniveriste yıllarımda devletin verdiği kredi ile sırtımıza iki gömleği zor alırdık. Yok yaa nesini özleyecem bunların. Ben 20 lerindeyken daha muıtlu değildim. Gelecek kaygısı ve stresi daha yoğundu. Ufak bir memur maaşım vardı. Çok güzel bir gençlik dönemim oldu. 30 lu yaşlarım da yaşadığım bir kaç önemi soruna rağmen fena değildi. Ama 40ından sonra hayat daha güzel olmaya başladı. 60ıma gelinceye kadar da kendime yaşlı demeyeceğim. En büyüğümüz kim? - ohtararan - 31/08/2012 eskiyi sevenlerden biri olarak konuya katılmak istedim müsadeniz olursa her türlü zorluğu, sorunu duydum, dinledim anneannemden, kolay yıllar değil hakikaten. lakin öyle bir milletiz ki, o da geçmiş gitmiş (o zamanki insanlar sayesinde). biraz uzun bir hikaye (aslında hakikat) geldi aklıma, hızlıca geçeceğim sıkmasın kimseyi. belki bilenler vardır onlar da affetsinler. Sultan 2. Mahmud Han dönemi. düşük gelirli bir memurun eşi hamile. son günlerinde ve birdenbire sancısı tutuyor. ne doktora, ne ebeye verecek paraları yok. bir telaştır gidiyor. o dönemler saraya telgraf yalnızca bakırköy' den çekilebiliyor. memur koşturuyor telgrafhaneye. lisân-ı münasib ile anlatıyor acziyetini. telgraf padişaha geliyor, "ülkem içinde bu durumda olan biri var ve beni haberdar etmiyorsunuz" diye bir güzel kalaylıyor etrafındakileri ve saray arabası ve bir kese altınla birlikte saray hekimini doğruca memurun evine yolluyor ve "beni haberdar edin" diyor. hekim ve yaver döndüklerinde güneş doğmak üzere. bir bakıyorlar ki sultan hala ayakta ve getirecekleri haberi heyecanla bekliyor. düşünün ki bir sultan, sade bir vatandaşın haberi için heyecanlanıyor. bir de bilen bilir, sadaka taşları vardı o dönemler. ince gönül ve ince düşüncelerin eseri. o zamanlar insanlık vardı. işte bütün özlemimiz bundan zaten. hala bazen oluyor böyle şeyler, markette yol verdiğiniz birisi gözünüzün içine bakıp gülümsüyorsa, o hala insandır bana göre. neyse hüzünleniyorum ben bu konulara girince, böyle şeylere hala değer verecek bir forumda olduğumu bildiğimden paylaşma cüretini gösterdim. selamlar. En büyüğümüz kim? - zorba58 - 31/08/2012 (31/08/2012, Saat: 01:35)ohtararan Adlı Kullanıcıdan Alıntı: neyse hüzünleniyorum ben bu konulara girince, böyle şeylere hala değer verecek bir forumda olduğumu bildiğimden paylaşma cüretini gösterdim. rakı içesim geldi.. En büyüğümüz kim? - martin - 31/08/2012 Size sıkıntı vermek istemem ama laf geçmişten açılınca bundan tam 10 yıl önce kaleme aldığım (35 yaşındaymışım) ve 2004 te yayınladığım öykü kitabım Mor Tesadüfler'de yer alan kısa bir öykümü sizlerle paylaşmak istedim. YİRMİ ÜÇ YIL SONRA O sıcak Ağustos hafta sonu annemle babamı serin bir yere pikniğe götürmek istedim ama babamı evden çıkarmayı yine başramadım. Eve demir atmıştı bütün varlığıyla. Yeni aldığım teneke semaverde odun kömürüyle çay demleme fikri bile ilgisini çekmemişti. Oysa gençlik yıllarında çayı böyle içerlerdi ve ben sırf onlara aynı zevki yaşatmak için almıştım o teneke semaveri. Ama çaresiz sadece annemle çıkacaktım. İki kişi için semaverle uğraşmanın saçma olacağını düşünerek çayı evde demleyip termosla yanımıza almaya karar verdik. Zaman zaman gittiğimiz, iş yerime ait ve sadece personelin alındığı piknik yerine gitmeyi planlıyorduk. Termosu ve çay bardaklarını arabanın bagajına koyduk. Ana yoldan piknik alanına dönmek için beş yüz metre kala birden aklıma bulunduğum şehirlerarası yolun üzerinde yer alan ve yirmi üç yıl önce beş yıl kadar oturduğumuz ilçeyi ziyaret etme fikri geldi. Anneme hadi yola devam edip oraya gidelim dedim. Şaşırdı ama itiraz da etmedi. Tamam karar verilmiştir diyerek arabamı Ankara’nın dışına doğru sürmeye devam ettim. Otobüslerle eskiden bir saate yakın bir zamanda kat ettiğimiz bu yol o zamanlar tek şeritli ve yüksek ölümlü trafik kazalarının meydana geldiği bir yoldu. Oysa şimdi Avrupa’daki benzerlerinden farksız bir yolda ilerliyorduk. Birden anneme bugünün üç Ağustos olduğunu ve tam yirmi üç yıl önce 3 Ağustos 1979 günü babamın tayini nedeniyle evimizi evimizi bu ilçeye taşıdığımızı hatırlattım. Garip bir tesadüftü hiç planlamamıştık. Yirmi üç yıl önce elimde mandolinimle bir ortaokul birinci sınıf öğrencisi olarak kat ettiğim bu yolu şimdi elimde direksiyonla 35 yaşında bir yetişkin olarak kat ediyordum ve o zaman otuz yedi yaşında olan annem şimdi altmış yaşındaydı. Otobüsle bir saat süren yolu arabayla yarım saatte almıştık. İlçenin girişinde eskiden hiç olmayan trafik ışıkları vardı. Kırmızıda durdum ve şehir merkezini işaret eden sağ yola saptım. Bu yol bizi iki dakika içinde üç yıl süreyle oturduğumuz lojmanların önüne getirmişti. Arabayı yakında bir yere park ettim. Annem 1983 yılından beri ilk defa geliyordu yani on dokuz yıl aradan sonra. Lojmanlara çıkan yokuşu tırmanmaya başladık. İkimiz de hüzünlenmiştik. Eski günleri anlatmaya başladık. Pazar alışverişnden dönerken ben pazar arabasını çekerdim. Kardeşim arkadan gelirdi ve genellikle bu yokuşa geldiğimizde kavgaya tutuşurduk. Annem de arkamızdan yetişerek bizi ayırmaya çalışırdı. On üç on dört yaşında biri için üç yıl çok önemli bir zaman parçasıydı bütün ömre oranla. Üç yıl, lise veya orta okul gibi hayatın bir dönemini tamamlamaya yeten bir süreydi. Belki o nedenle olacak sanki yıllarca bu lojmanlarda yaşamışım duygusu uyandı birden içimde. O geçmek bilmeyen yaz günlerinde tek eğlencem param yettiğince birkaç roman alıp evimizin serin salonunda okumaktı. Yokuştan çıkarken, etrafın garip bir sessiziliğe büründüğünü fark ettik. Bizim kaldığımız zamanlarda da en az otuz yıllık olan bu binalar şimdi neredeyse elli yılı devirmişti ve dökülüyordu. O zamanlar orta rütbeli memurların oturduğu bu binalarda şimdi ancak alt düzeydeki memurlardan birkaç aile yaşıyordu. Bir zamanlar cıvıl cıvıl çocuk sesleri, araba yıkayan babalar, yaz günleri evlerin önünde sohbet eden annelerle dolu olan buralarda şimdi çoğu evin kapıları kapalıydı ve terk edilmiş Meksika kasabalarını andıran bir görünüm hakimdi. 1940’lı yılların sonunda inşa edilmiş olan lojmanlar, Türkiye’de şimdilerde çok az rastlanan bir mimariye sahipti. Bodrumuyla beraber üç katlıydılar ama apartman daireleri şeklinde değil de birbirine bitişik bağımsız daireler şeklindeydiler. Her evin kapısı sokağa açılırdı. Tıpkı yıllar sonra İngiltere’de oturacağım evlerinki gibiydiler. Belki de bu nedenle İngiltere’deki evlere yabancılık çekmemiştim. Yokuşun başındaki sokaktan bizim oturduğumuz daireye doğru annemle ilerleyince yirmi üç yıl önce buraya geldiğimiz ilk günü hatırladım yandaki voleybol sahasında popolarını meydana çıkaran dar kot pantolonlarıyla bende hayranlık uyandıran ablalar ve sakalları yeni çıkan abiler voleybol oynardı. Şimdi bir yerlerde kırk yaşlarında olmalıydılar. Yani o zamanki anne babalarının yaşından daha büyük olmalıydılar ve sanıyorum ablaların popoları da artık o kadar biçimli değildi. Ben bunları düşünürken birden evimizin önüne geldiğimizi fark ettim. İşte evin önündeki çam ağacı öylece duruyordu. Fazla büyümemişti ama eskisinden biraz daha iriceydi. Üzerine defalarca çıktığım, iğne yapraklarından yağmur damlalarının süzülüşünü gördüğüm o Nisan sabahında bana ilk şiirimi yazmam için ilham vermiş olan çam ağacıydı bu. Evin tam önünde olduğu için ailece bu ağaca sahip çıkar ve çocukların dallarını kırmalarına engel olmaya çalışırdık. Kardeşim çok uğraşmasına rağmen ağaca tek başına çıkamazdı. Bir gün çıkmayı başarmıştı. Babam O’nu ağaçta görünce sevinmiş ve laf atmıştı. hey ufaklık n’apıyorsun orada hiiiiç oturuyorum yeter oturdun artık in inemiyorum ki Ailece çok gülmüştük buna. Hatırlayınca yine güldük annemle. Ağacın hemen önündeki merdivenlerin yanındaki duvarın sıvaları dökülmüştü. Yaz akşamları bu merdivenlere oturur ve TV dizilerinden hayran olduğum Natalie Wood gibi bir kadına aşık olmayı düşlerdim. O yıllar Dallas dizisinin ülkeyi ve dünyayı kasıp kavurduğu zamanlardı ve biz Boney-M topluluğu, Michael Jackson dinlerdik. O yıllarda dinlediğimiz pop müziğe disko müziği adı verilir ve plakçılarda long play plaklardan kasetlere doldurtulurdu çünkü o zamanlarda telif hakkı falan bilinmezdi. Yazları genelikle Amerika’yı düşlediğim o merdivenlerde kışları ve sonbaharda karşıdan geçen yük trenlerini görünce Dickens dönemi İngiltere’sini düşünür ve trenlerde çalışan bir İngiliz genci olduğumu hayal ederdim. Biz buralarda yaşarken de buralar böyle ıssız ve kötü müydü acaba diye sordu annem. Bilmem dedim ya öyleydi de biz fark etmiyorduk ya da geçen zaman buraları daha berbat hale getirmişti. Kasabanın sokaklarını gezdiğimizde de aynı duyguya kapıldık. Etraf zahire depolarından gelen un ve tozla karışık bir kokuyla doluydu. Evler birbirine bitişikti ve bahçeleri yoktu. Yolda gezen gençler saçlarını suyla ıslatarak yapıştırmışlar ve kolonya kokuyorlardı. Sanki yıllar hiç geçmemişti buralarda cep telefonu satan dükkanlar da olmasa neredeyse yirmi yıl öncesinde yaşadığımı zannedecektim. En çok merak ettiğim yer ise ilk kitaplarımı satın aldığım kitapçıydı. Ama ne yazık ki artık bu ilçede doğru dürüst kitapçı kalmamıştı. Benim kitapçı da artık sadece bir kırtasiyeciydi. Bu durumda ancak iki şey söz konusu olabilirdi. Yeni yapılan yol sayesinde Ankara artık eskisinden daha yakın hale geldiğinden insanlar kitaplarını artık Ankara’nın büyük kitapçılarından almayı tercih ediyorlardı. Böylece buradaki küçük kitap-kırtasiyeciler de sadece kırtasiyeci olmuştu. Belki de en kötüsü artık bu ilçede kimse kitap falan okumuyor sadece televole seyrediyordu. Dikkatimi çeken başka bir şey de sokak ve caddelerin erkeklerin egemenliğine terk edilmiş olmasıydı. Etrafta dolaşan kadınlar yok değildi belki ama bunlar da mütevazi giysilerine rağmen genç erkeklerin bakışlarını üzerlerine çekiyorlardı. Bu ilçeye yerleşmediğimize çok memnunum dedi annem. Arabamıza bindik ve Ankara yoluna çıktık. Yarım saat sonra Ankara’nın girişindeki alışveriş merkezine girip birer kola içtiğimizde geçmişten bugüne yolculuk yapmış gibiydik. Annem kolasını yudumlarken “her şey yaşandığı anda güzel” dedi. “Öyle” dedim. Ağustos, 2002- En büyüğümüz kim? - zorba58 - 31/08/2012 Sıkıntı vermek ne demek, büyüksün Martin Amca ama hala rakı içesim var.. Ben de arada sırada karaladığımdan bahsetmiştim sanırım. Bu hikayede benden. 7 yıl önce yazmışım: Her şey ufak bir baş ağrısıyla başladı. Geceleri fazla uyumazdı ama tam tersine o gece uyumak istiyordu. Yorgundu, hırpalanmıştı ve unutma isteğiyle doluydu… Yatakta doğrulduğunda saat üçü biraz geçmişti. Kafasını duvarlara çarpınca o lanet zonklamanın geçeceğini bilse hiç tereddüt etmezdi. Buzdolabında yine su yoktu. Bir ton küfürden sonra banyoya geçip başını musluğun altına dayadı, şimdi uykusu da yoktu. Sokağa çıktığında saat üç buçuk olmuştu. Başını kaldırdı ve karanlığa kafa tutan lambaya selam verdi. Lamba da onu selamlarcasına hafifçe kararıp tekrar ışıldadı. Sokağın hakimiydi lamba, neler görmüş geçirmişti… Lambanın yanındaki kaldırıma oturup bir sigara çıkardı. Ateşi ehlileştirip parmaklarının arasına alma isteği karşı konulmazdı şu gece sessizliğinde… ”Çat!” önce çakmağın sesi sonra tütünün yanarken çıkardığı o çok hafif çıtırtı… Başının ağrısı aynı sinir bozuculuğuyla devam etmekteydi. Zorluyordu onu, hatırlaması için. O ise düşündükçe kahroluyordu. Gündüzde aynıydı gecede işte. Sessizliğin içinde boğuluyor gibi hissetti. Tüyleri diken diken oldu sigaraya var gücüyle asılmasına rağmen. Sigara değil o tükeniyordu sanki her nefeste. Haykırmak, bağırmak istiyordu geceye. Sigarasından son nefesini içine çekip bir çırpıda ezdi izmariti. Fırıncılar çalışmaya başlamıştı, hamur makinesinin sesi ona kadar geliyordu. Etrafına bakınıyordu birilerini görmek istermişçesine ama birkaç kediden başka hayat belirtisi yoktu… Kalktı ve koşmaya başladı aniden. Güneye, çarşı tarafına doğru. Önce yavaştı ama sonra nasıl deliler gibi koştuğunu o bile bir daha hatırlamadı. Sadece koşuyordu ve hiçbir şeye aldırış etmiyordu. Kendini amaçsızca koşan çıplak bir hayvana benzetti. Keşke öyle olsaydım dedi… Belediye binasının önünde durdu. Bir sporcu edasıyla eğildi ve nefesini toparlamaya çalıştı. Bayağı koşmuştu. Binanın merdivenlerine oturdu soluklanmak için. Kendine gelince bir sigara daha yaktı ve saate bakmak için kolunu kaldırdığında saatinin kolunda olmadığını fark etti. Koşarken düşürmüştü besbelli. Önemsemedi, evde eski bir-iki kol saati olacaktı. Belki de saat takmazdı artık. Zaman onun en büyük düşmanlarından biriydi. Belediye binasının girişindeki merdivenlerin en üst basamağına çıktı. Mermerden merdivenler bayağı yüksekteymiş gibi bir eda kattı ona. Kendini bir Aztek tapınağındaymış, kutsanmış bir kralmış gibi hissetti kollarını açıp doğmak üzere olan güneşe bakarken. Güneşi kucaklamak istiyordu. Güneş ona yüzünü daha cömertçe sunmaya başlamadan biraz önce kollarını indirdi, eğildi ve tereddütsüz bir biçimde pantolonuyla beraber donunu sıyırdı. Bir güzel sıçtı oraya. Sıçarkenki o sıcaklık mutlu etti onu ve gülümsedi güneşle beraber. İşini bitirince soğukkanlılıkla bahçeye yürüdü. Geldiği yolu geri tepmeye başladı ama bir farkla koşmuyordu. Gayet dik, huzurlu, elleri cebinde yürüyordu. Eve bayağı oyalanarak, yolu uzatarak gitti. İnsanlar yeni güne başlıyorlardı. Evin önünden geçen ilkokul öğrencilerini yeni fark ediyordu. “İyi dersler!” diye bağırdı çocuklara kapıyı açarken. Ama çocuklardan bir teşekkür gelmedi. Sırıtma ile güzel bir gülümseme arası bir ifadeyle banyoya girdi, soğuk suyla bir güzel duş alayım diye düşündü. Gurur duyuyordu kendisiyle. “Ben bir eylem adamıyım” diye düşündü. “Evet bir eylemciyim!” dedi. Yatağa atıverdi kendini banyodan çıkar çıkmaz. Baş ağrısı dinmişti. Direk uykuya daldı ve uykusunda bile gülümsüyordu. Sanki yatakta değil birkaç santim havadaydı. Kim bilir belki rüyasında yeni eylemlere dalıyordu… Ne de olsa o artık bir eylem adamıydı… |