YENİÇERİLER
Avrupa'ya yüzlerce yıl korku salan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Padişahlarının en prestijli kuvvetleriydi.
Kuruluşları daha eski zamanlardaki kimi örneklerle açıklanmaya çalışılırsa da, asıl başlangıç dönemi olarak (Kapıkulu Ocaklarının başlangıcı) Edirne'nin 1363 yılında Padişah I. Murad tarafından fethi sonrası açığa çıkan ihtiyaçlarla şekillenir.
Osmanlının ilk dönemlerindeki yaya, tımarlı sipahi, akıncılar artık artan ihtiyacı karşılayamaz durumdadırlar, merkezde tutulacak bir sürekli ordu gerektiği düşünülür. I. Murad'ın vezirleri Hristiyan esirlerden böyle bir ordu kurulması düşüncesiyle gelirler.
Rumeli'de bulunan Akıncı beylerine Padişah'ın 'ele geçirdikleri savaş esirlerinin bir bölümünün devlet adına kaydedilmesi' emri gönderilir. Yeniçerilerin de içinden geldiği Kapıkulu Ocakları böyle başladı...bu esirler önce bir eğitimden geçerek bu ocağa kabul olunuyorlardı. Yıldırım Bayezid dönemi, Yeniçeri ordusunun gerçek ortaya çıkışı olarak kabul edilir.
Osmanlı Tarihini bize sevdiren (bizim Göztepe'li) Reşad Ekrem Koçu şöyle yazar:
"Yeniçeri yaya askerdi. Asırlar boyunca İstanbul’dan kalktılar, batıda Belgrad’a, Budin’e, Viyana’ya; doğuda Bağdat'a, Tebriz’e, Karabağ’a; şimalde Bender'e, Hotin’e, Rusya stepleri ile Polonya ovalarına; cenupta Halep'e, Şam’a, Kahire’ye, kum çöllerine, ordu- da herkes atlıyken yalnız onlar yaya gittiler, şahadet şerbetini içmeyenleri yaya döndüler. Bu seferler beş ay, sekiz ay, bir buçuk yıl, üç yıl sürmüştü.
“Olup yeniçeri çektim cefayı Piyade eyledim nice gazayı ”
diyen Koca Mimar Sinan Ağa bir yeniçeriydi, elli yaşından sonra Kanunî Sultan Süleyman’ın başmimarı oldu ve o haşmetli devri yeryüzünde Türk yapı sanatının şaheserleriyle tespit etti.
Yine o Yeniçeri Ocağı’ndan bir cihan imparatorluğu olan OsmanlI Devleti’nin en yüksek siyasî mevkilerine, sadrazamlığa kadar yükselenler oldu. "
Yeniçeriler için Devşirme sistemini değerli Tarihçi Erhan Afyoncu güzel özetler:
"Osmanlı askeri harekatlarının büyüyerek devam etmesi ve merkezin güçlendirilmek istenmesi sebebiyle, Yeniçeriliğe alınan esirler, ocağın ihtiyacını karşılamamaya başladı. Bunun üzerine Hristiyan çocukların devşirilmesi yoluna gidildi....bir sisteme kavuşması II. Murad döneminde oldu.
Bu sistem şu şekilde işliyordu; Kapıkulu ocaklarının ihtiyacı belirlenip, divan-ı hümayuna bildirilirdi. Buradan çıkacak karara göre belirli bölgelerdeki Hristiyan ailelerin sekiz ile yirmi yaş arasındaki gençlerinden kanuna uygun olanlar devşirilirdi. Devşirme kanununa göre Hristiyan çocuklarının asilleri, papaz oğulları ve her ailenin çocuklarından sadece en sağlıklı olan biri alınır, tek çocuğu olanlardan alınmazdı. Annesi ve babasız olanlar, aç gözlü olanlar, çoban çocukları, doğuştan sünnetliler ile kel ve köseler toplanmazdı. Evlenmiş ve bir sanat sahibi olanlar ile aşırı kısa veya uzunlar da devşirilmezdi.
Uzun boylulardan fiziği düzgün olanlar, sadece saray için toplanırdı. Devşirme için genellikle Arnavut, Sırp, Bulgar, Hırvat, Rum ve Boşnak çocukları tercih edilmiş, Türk, Acem, Rus, Yahudi, Kürt, Gürcü ve Çingene çocukları alınmamıştır. Bu sistem 1750'lerde yürürlükten kaldırılmıştır."
Bu arada bir ara bilgi olarak söyleyeyim: Osmanlının en büyük devlet adamlarından, nice yararlı işler yapmış, devlet teşkilatı için önemli düzenlemeler getirmiş Sokollu Mehmet Paşa çocukken bu şekilde devşirilmiş bir Sırp idi. Tarihimizin en uzun boylu Sadrazamıdır. 2,10 m. olarak geçer eski kayıtlarda boyu.
Yeniçeri ocağı 196 Orta'dan (Tabur) oluşuyordu. Padişah bu ortalardan birinin 1 numaralı askeri olarak kaydedilir, Padişah olduğu belirtilmez, sadece kendi ve baba adıyla geçerdi kayıtlara.
Yüzyıllar boyu çok disiplinli bir ordu olarak düşmanlarını titreten Yeniçeriler, zamanla ocak idaresindeki disiplinsizliklerin etkisiyle iyice bozuldular. İstanbul'da Padişahlarına karşı nice isyan çıkardıkları gibi, İstanbul'u haraca kesen eşkiya teşkilatına dönüştü bir bölümü. Artık savaşlarda da etkin bir güç değillerdi.
Padişah Genç Osman'ın o zamana kadar hanedana karşı görülmedik bir saygısızlık eşliğinde katledilmesinin, ondan sonraki tüm Hanedan üyelerinde büyük bir psikolojik travma yarattığını söyler tarihçiler.
Bu bir zamanların muhteşem prestijli gücü, talimli ordu fikrine karşı çıkıp, son nasihatlari de dinlemeyince, Padişah'ın has askerleri 1826 yılında halk arasında 'Vaka-ı Hayriye' (Hayırlı Olay) olarak adlandırılan bir operasyonla yok edildi.
Padişah II. Mahmud isyan eden Yeniçerilerin katli için din adamlarından fetva aldı ve Peygamber'in Sancak-ı Şerifini muhafaza edildiği yerden çıkarttırıp Sultanahmed Meydanında halkın o sancak altında kendisine destek olmak için toplanmasını istedi. Saraydan halka da silah dağıtıldı, halka moral konuşmaları yapıldı. Sadece ilk bir kaç saatte 10,000 üzeri Yeniçeri öldürüldüğünü yazıyor kayıtlar.
Kesin ölü sayısı bilinmiyor ama şehirden kaçmaya çalışanlardan ölümden kurtulanların bir kısmı da çok uzaklara sürgün edildi.
Büyük kıyım olduğunu söyler tarihçiler. Toplanma yerleri yüzlerce kahvehane yıkılmış, onların anısını anımsatacak her şey yok edilmiştir. Mezarları bile parçalanmıştır. Kışlaları yıkılmıştır.
Peki Yeniçerilerin Osmanlı İmparatorluğuna (kazandıkları nice savaş dışında) katkısı ne olmuştu ? Bunu da yine Erhan Afyoncu'dan okuyalım:
"Yeniçerilerin, Osmanlı İmparatorluğu'na en büyük katkısı, Türk aristokrasisinin gücünün kırılıp merkezi idarenin kurulmasına vesile teşkil etmiş olmalarıdır. Daha önceki Türk devletlerinde, bu çapta merkezi bir askeri teşkilat kurulamadığı için aşiretler ve nüfuz sahibi olmuş komutanlar taht kavgalarına ve devletlerin bölünüp yok olmasına sebeb oluyorlardı.
Merkezin güçlendirilememesinden dolayı Osmanlılardan önceki bir çok Türk devleti devamlı olamayıp, kısa sürede parçalanmıştı."
Bu yazıyı Muhteşem Reşad Ekrem Koçu'nun Yeniçeriler kitabından "Belgrad Ormanında Yeniçeri Kırımı" adlı bölümünden bir alıntıyla bitireyim:
"Kale kapıları da yeniçeri muhafızlarının elindeydi; yeniçeri bozgunu başlayınca kıyama iştirak etmiş yeniçerinin büyük bir kısmının şehir dışına kaçtıkları muhakkaktır. Gerek muharebe sonunda kaçanlar, gerekse muharebeye hiç katılmamış olanlar veya katılma fırsatını bulamayanlar, padişahın zaferlerinden ve ocaklarının kaldırılmasından sonra bir umumî af beklerken Sultan II. Mahmud bütün yeniçerileri ölüm fermanlısı yaptı, onlar da baş kaygısına düştüler, İstanbul yanındaki uçsuz bucaksız Belgrad Ormanı’na daldılar ve orada açlıktan ölmemek için şekavete başladılar.
Bu durum birkaç ay devam etmiştir. Sultan Mahmud yeni kurulan Asakiri Mansurei Muhammediye’nin ilk birlikleriyle Belgrad Ormanı’nda amansız bir tenkil hareketine girişti. Ormandaki bu yeniçeri kırımı, Vakai Hayriye’dekinden çok daha müthiş olmuştur.
Bize bu orman tenkilini anlatan itimat edilir kaynak, XIX. asrın namlı İngiliz müverrihi ve edibesi Miss Julia Pardo’nun Constantinople (İstanbul) adlı eseridir. İngiliz yazarının vaka tafsilatını Belgrad Ormanı içindeki Belgradcık köyü halkından ve İstanbul’daki İngiltere Sefareti’ne mensup kimselerden dinlediği muhakkaktır. Halkı tamamen Rum olan Belgradcık köyü zengin ecnebi turistlerin, İstanbul’daki sefarethaneler erkânı ile irtibatlı misafirlerin bir sayfiye, av yeriydi.
Miss Julia Pardo şöylece anlatıyor:
'1823 yazına kadar Belgrad Ormanı kestane, gürgen, meşe, ceviz, ıhlamur, çınar ve her cins kerestelik ağaçlarla son derecede zengindi. Maalesef bu sıralarda yeniçeri katliamında kellesini kurtarıp şehirdeki diğer ayaktaşlarıyla birlikte kaçanlar Belgrad ve Mudanya ormanlarına sığındılar, cüretkârları Anadolu'da ilerleyerek Bursa dağlarına yayıldılar. Uzak görüşten mahrum olanları da Karadeniz sahillerindeki sık ormanlarda saklandılar. Bir müddet meyve ve ot yiyerek geçindiler. Fakat bir af çıkmayınca, istikbalden ümit kesilince sekizer onar kişilik çeteler halinde yolculara saldırarak mallarını aldılar, kanlarını akıttılar. Nihayet bütün yollar salimen geçilemez oldu. Hükümet onları tedip etmek için mü- teaddit teşebbüslere girişti, fakat eşkıyanın sayısı yüzlere çıkınca üzerlerine gönderilen kuvvetlere meydan okudular. Bir müsademede yakalanan yeniçeri, ayaktaşlarına gözdağı olmak için muhakeme edilmeden boğuldu, cesedi yol kenarında bir ağaca asıldı, dağılmalarına müessir olmadı. Bu hallere çok kızan ve uğraşmadan bezen padişah yeniçerilerin sığındıkları bütün ormanların yakılmasını emretti.
Başta İstanbul’a en yakın Belgrad Ormanı, muhtelif istikametlerden tutuşturuldu. Civardaki tepeleri askerle doldurarak ateşten kaçanları aman vermeyip vurdular.
Asırlardan beri heybetle duran, etrafındaki tepelere meydan okuyan, esrarengiz derinliklerine güneş ışığını sokmayan, balta girmemiş köşelerinde binlerce mahluk saklayan muazzam orman derhal ateş çemberiyle kuşatıldı. Karadeniz’den esen rüzgâr ateşi o kadar büyüttü ki, Boğaz'ın methalindeki kayaları döven deniz pembe bir renge bürünürken ve Bahçeköy Sukemeri beyazlığını kaybedip kızıl bakırı andırırken iri ağaç gövdeleri dehşetli gürültülerle yere devrildiler.
Tahribat mükemmel cereyan etti. Alevler birçok mil murabbaı yer kapladı. Bu esnada mütemadiyen tüfek seslerine insan feryatları karışıyordu. Belgrad Ormanı’na iltica eden yeniçerilerin hiçbirisinin kaçmış olmasına inanılmaz. Çoğu Sultan Mahmud’un askerlerinin kurşunlarıyla öldü. Sefil ve aç da olsa hâlâ mağrur bir miktar yeniçeri de derinliklerine sığındıkları ve içinde bir müddet gizlendikleri ormanda yandılar, helak oldular.'
Sent from my iPad using Tapatalk